Nostalji

Malkoçoğlu'nun sırra kadem basan kızı! Ağlamak İsteyen Bu Mektubu Okusun...

Haber: Esra ERDOĞAN Cüneyt Arkın'ın ilk eşi Güler Mocan'dan olan kızı Filiz Cüreklibatır'ın adı, ünlü aktörün kişisel internet sitesinde bile geçmiyor.

Yılmaz Güney'in kızı Elif Güney Pütün yıllar sonra ortaya bir çıktı, pir çıktı. "Bir Odadan Bir Odaya" adlı kitabıyla büyük yankı uyandırdı. Çirkin Kral'ın "kayıp kızı" bulundu ancak Elif Güney Pütün, Yeşilçam şöhretlerinin adeta "sırra kadem basan" çocuklarının tek örneği değil. Türk sinemasının aynı dönemdeki bir başka kralı, nam-ı diğer Malkoçoğlu Cüneyt Arkın'ın da neredeyse hiçbir kaynakta adına rastlanmayan bir kızı var: Filiz Cüreklibatır.

Bugün Elif Güney Pütün gibi 45 yaşında olan Filiz Cüreklibatır'ın adına dair, internette tek bir kayda rastladık, o da, Marmara Üniversitesi Avrupa Enstitüsü'nde 1994 yılında bir tez vermiş olduğu... Cüneyt Arkın'ın ilk eşi Doktor Güler Mocan'dan olan, ünlü aktörün kişisel sitesinde bile adı tek bir kez dahi geçmeyen Filiz'in doğduğu günün öyküsünü ve fotoğraflarını, her zamanki gibi Turknostalji.com farkıyla sunuyoruz. Yazı 3 Aralık 1966 tarihli bir dergiden alınmıştır.

Cüneyt Arkın filmlerinde rol gereği baba olmuştu. Ama, gerçek babalığın ne olduğunu 22 Kasım 1966 sabahı saat 3.30'da öğrendi. Tam 2 kilo 600 gramlık bir kızı oldu. Güzelbahçe Kliniği'ne gittiğimiz zaman Cüneyt Arkın, 26 yaşındaki karısının yanındaydı. Odada kayınvalidesi Hayrünnisa Mocan da vardı.

Odanın atmosferi mutluluk ile dolup taşıyordu. Dostlar, ahbaplar, tanıdıklar, hayranlar, akrabalar odayı doldurmuştu. Bütün yerli filim artistleri ya çiçek yolluyor, ya da telefonla, telgrafla, mektupla tebrikler yağdırıyordu. Yağmur, bahçeye bakan pencerelere sesler çıkararak çarparken ılık odada konuşuyoruz. Karı-koca doktorların çocuğu olması çok ilgi çekici konuşmalara sebep oluyor.

"Doktor yapacakmışınız, diye duyduk?" sorusuna ikisi birden, "Hiç öyle şey olur mu? Çocuk büyüsün, liseye gidecek yaşa gelsin de neye istidadı olduğu belli olsun! Ondan sonra mesleği seçilir" dediler. Sonra Güler Cüreklibatır şaka yaptı: - Biz üç kız, bir erkek kardeşiz. Ortanca kardeşim, psikolojide okuyor. Filiz'i psikoteknik laboratuvarına götürüp test yaptıracağız, seçeceği mesleği orada belli olacak!

Biz konuşurken odaya Fecri Ebcioğlu, Hülya Koçyiğit ve kardeşleri Nilüfer ile Feryal Koçyiğit de geldiler. Genç karı-kocayı tebrik ettiler. Çiçekler verdiler. Aşağıdaki katta ise Zeynep Değirmencioğlu apandisit ameliyatı olmuştu. O da telefon ederek Güler'i ve Cüneyt'i kutladı.

Cüneyt Arkın'a, "Niçin Filiz adını verdiniz çocuğunuza?" diye sorduk. Karşılığını eşi verdi: - Benim, Tıp Fakültesi'nde altı yıllık sıra arkadaşım vardı: Filiz Dolunay... İdealist bir kızdı. Doğu Anadolu'da bir otomobil kazasında öldü. Kızımın onun gibi güzel, zeki, temiz insan olmasını temenni ettiğim için adını verdim.

Güler'in annesi, "Aman, kaderi ona benzemesin" diye söze karıştı. Odada gözleri ışıl ışıl saadet ışıklarıyla parlayan Cüneyt Arkın yerinde oturamıyor: - Eskiden yeni doğan bebeklerin suratına bakamaz, onları sevenleri görünce, 'Bu çirkin yaratıkları nasıl severler' diye düşünürdüm. Şimdi şu iki buçuk kiloluk çocuğun sevgisi kor gibi içime düştü. Setlerde çalışırken 'Aman iş bitse de bir an önce gidip kızımı görsem' diyorum ve baba olduğuma bir türlü inanamıyorum.

Küçük Filiz'in doğumu güç olmuş. Kocası Cüneyt Arkın'a gerçek adı olan "Fahrettin" diye hitap eden Güler Hanım, kızının burnu için, "Fahrettin'in burnu Ekim 1964'te ameliyat edildi. Filiz'in burnu Fahrettin'in eski burnuna benziyor" diye yine şaka yapıyor, doğumu Tıp Fakültesi'nden hocası olan Macit Ardağ'ın yaptırdığını anlatıyor. Sonra küçük Filiz'in devamlı olarak uykuyu sevmesinden şikâyet ediyor, "Hişt, hişt, kız, gözlerini açsana! Bak Fahrettin, uykuculuğu da sana benziyor" diyordu.

Güler Cüreklibatır yakında dört yıl sürecek "anesteziyoloji" ihtisasına başlayacağını söyledikten sonra, "İnsanları uyutmaya hevesim var. Önce Fahrettin'i uyutacağım" dedi. Cüneyt Arkın bu şakaya, "Beni dört yıl önce uyuttun da evlendik" cümlesiyle karşılık verdi. Tıp Fakültesi'nde okurken bir yandan da konservatuvara ve operaya devam eden Güler Cüreklibatır, İstanbul Şehir Operası'nın birçok temsillerinde "korist" olarak sahneye çıkıp opera söylemiş...

(Not: Filiz Cüreklibatır adına 3 Şubat 1984 tarihli bir gazete haberinde yeniden rastladık. Habere göre, Güler Mocan eski eşi Cüneyt Arkın'a, 17 yaşındaki kızı Filiz'in Londra'ya gidip eğitim göreceği gerekçesiyle yıllık 1,5 milyon lira nafaka isteğiyle dava açmış. Cüneyt Arkın'ın avukatı ise, müvekkilinin bu genç kızdan başka iki oğlu ve bakmakla yükümlü olduğu yakınlarının bulunduğunu, bu nedenle istenen miktardaki nafayı ödeyemeyeceğini söylemiş.)

(Not: Cüneyt Arkın'ın ailesindeki tek sır çocuk Filiz de değil. Şu anki eşi Betül Işıl Cüreklibatır'ın ilk evliliğinden olan oğlu Cem Gorbon da adeta tüm kayıtlardan silinmiş durumda.)

Eşi Güler ile boşanma noktasında olan Cüneyt Arkın, 2 yaşındaki Filiz'e, 18 yaşına gelince okuması için bir mektup yazdı... Fotoğrafta Cüneyt Arkın, eşi ve kızı mutlu günlerinde...

İşte o mektup: Canım yavrum Filiz'im Sana bunları yazmamın bir sebebi var. Bugün 10 Mart 1968, Kurban Bayramı'nın birinci günü. Bugün yine annen seni bana göstermedi. Telefonları yüzüme kapıyor, mektuplarımı okumuyor. Senden ayrılalı iki ay oldu. Seni bin yıl görmemiş gibi özledim. Artık tatlı yüzün, yavaş yavaş hafızamdan siliniyor, göğsüme dokunan o küçücük elinin sıcaklığı azaldı. Günlerdir cehennemin dibindeymiş gibi acılar içindeyim.

Nedense bayram insanları daha hassas yapıyor. Akşama kadar sokakta balon uçuran çocukların çığlıklarına kulaklarımı tıkadım. Bin kere adını fısıldadım, bin kere Allah'a dua ettim seni bana göstersin diye. Korkular içinde sana geldim. Bana kapıyı açmayacaklarını bile bile... Eve karı-koca iki dostumu gönderdim. Ben de köşede bekledim. Kadın hamileydi. Yüzü çilli, şefkatli bir çocuk beklemenin mutluluğu içindeydi. Ama benim kadar korku içindeydiler, benim kadar üzgündüler.

Teyzelerin onları kovmuş, annen, seni pencereden olsun görmeme razı olmamış. Sen teyzenin kucağındaymışsın, mavi dantelli bir elbisen varmış, tatlı tatlı gülüyormuşsun, yaramazlık yapıp utanıyor, sonra başını saklıyormuşsun. Çocuğum, bir babadan çocuğunu hangi kuvvet ayırır, buna hangi yürek razı olur? Hangi kötülük böyle bir sevgiyi yener. Bütün duygularım ölmüş gibiydi dönerken. Dünyanın bütün kurşunları yüreğime sıkılmış gibiydim. Bir annenin katılığını, duygusuzluğunu, gaddarlığını neyle izah edecektik? Yanımdakilerin gözlerinde bir acı izah vardı.

Denize yaklaşmıştık, deniz kapkaraydı. Arabayı durdurdum, her şey kararmıştı, onlara bakamıyordum, hiçbir kimseye, hiçbir tarafa bakamıyordum. O akşam yatakta, bir zamanlar beni ölecek kadar seven annenin şimdi neden düşmanım olduğunu, bu kötü duygunun doğuşundaki rolümüzün derecesini uzun uzun düşündüm. Ve, küçücük hayatını yaralayan bizleri eşit suçlaman için sana her şeyi anlatmaya karar verdim. Çünkü gün gelecek annen ve benim hakkımda binlerce şey duyacak, okuyacaksın. Ve hep bunları başkaları yapacak ve sen hakkımızda bunlara göre karar vereceksin.

En baştan başlayacağım... Annenle elleri kitap dolu, zayıf, elmacık kemikleri çıkık, uzun saçlı, yeşil gözlü bir delikanlı iken tanıştım. Sevgi arıyordum. Anneni buldum, incecik bir yüzü, ufak benekli iri gözleri vardı. Bana her şeyini verdi. Onunla güzeldim. Toprağımdı, güneşimdi, su üzerinde kayan bir çiçek gibi yürürdü yanımda. Eskişehir'de hastalarımı, acımı, kötü yemeğimi paylaştı.

Ah çocuğum! Dünya onun sevgili yüzü için yaratılmıştı sanki. Sonra garip bir tesadüf oldu. Eskişehir'e gelen bir film ekibiyle tanıştım. Annenin ve benim Sağlık Bakanlığı'na 80 bin lira borcumuz vardı. Yaşadığım hayatı umutsuzluğa götüren, beni korkutan, erkek olarak üzen bir sorumluluktu bu borç. O zaman bu umutsuzluk önünde kendimi ortaya koymam gerektiğini düşündüm.

Annenle karar verdik. Bir yıl mücadele ettim. Annen, kendi ailesine, hatta benim aileme karşı beni korudu, beni yüceltti. Parasızdım. Dedenin evinde kalıyorduk. Bana karşı son derece kibardılar. Ama utanıyordum. Leyla Sayar,Halit Refiğ ve Recep Ekicigil bana yardım etmeye çalışıyorlardı.

Duru Film'e küçük bir rol için günlerce gidip geldim. Resimlerimi çekmek istediler. Beni birisinin önüne katıp Taksim Parkı'na gönderdiler. Artık ona tabi olmuştum. İki yıl doktorluk yapan insan için delice bir acıydı bu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Odama girerken ceketini ilikleyen 50 yaşındaki hastalarımı düşünüyor, bana gösterdikleri saygıdan utanıyordum. Eve gelip eşyalarımı topladım, annene Anadolu'ya gideceğimi söyledim. Bana karşı koydu, «Başarmalısın, başaracaksın» dedi.

Tekrar çileli günler başladı. Annen tek gücüm, tek dayanağımdı. İlk filmime başladığım zaman içim bomboştu. Subay trençkotum eskimiş, ayakkabılarım su alıyordu. Günlerimi bir sandviçle geçiriyordum. Annen hem operada çalışmak, hem okula gitmek zorunda kaldı, içkiye alıştığım, doymamacasına içtiğim günlerdi. Dünya bana haksızlık etmişti. Yağmurlu bir gündü, ince trençkotumun altında üşüyordum. Ayaklarım sırılsıklam olmuştu. Evden kahvaltısız çıktığım için midem acaip bir şekilde kaynıyordu. Paramı saydım, ancak yola yetecekti. Taksim'e geldiğimde fırın taze ekmek çıkarıyordu. Bir ekmek aldım ve onu yedim.

Bir gece sabaha karşı annen ağlıyordu. Gözyaşlarına dokundum, sustum. Annen benden şüphelenmişti. Hangi davranışım, hangi sözüm onda bu şüpheyi uyandırmıştı. Ya da kimler ona tesir ediyordu? Bunda ne dereceye kadar haklıydı, ya da ben suçluydum. Sana bir örnek vereyim. Şu kötü günler içinde hakkımda birçok dedikodu çıktı, işte bunlardan üçü: - «Ayrılır ayrılmaz Zeynep Aksu ile evlenecekmişim.» - «Selda Alkor ile Bursa'da maceralarımız olmuş.» - «Evli bir kadınla ilişkilerim varmış.»

İnsanlar başkalarının hayatlarıyla oynamaya, onların mutluluğunu yıkmaya bayılırlar. Benim yüreğimin dünyada bundan daha fazla iğrendiği başka şey yoktur. Annenin son iki yıldır bana gösterdiği korkunç sahnelerde kendisinden çok teyzen Gül'ün ve çevresinin payı vardır. Sonra iki yıl içinde başarılarım, şöhretim, param oldu, imkanlarım genişledi. Annende de buna paralel olarak dedikoduların, kıskançlığın etkisinde kalmanın tesiriyle bir yabancılaşma başladı. Benimle bir yere gitmekten rahatsız oluyor, sokağa çıkmaktan korkuyordu.

Beni böylesine yıkan, insan dışı bir çalışmaya iten hırsı anlayamıyordu. Bense yorgundum, bin yıl uyuyacak kadar her şeyden usanmıştım. Bütün bunları annene anlatamıyordum. Dört bir yandan kuşatılmıştı. Çevresi, arkadaştaları, kardeşi, gazeteler ve sokaklar. Bense korkunç bir savaş içindeydim. Herkes beni yok etmeye hazır bekliyordu. Kovalanan bir hayvan gibi her an tetikteydim. Ve bu çılgın çalışma içinde yalnızdım, hiç kimse kalmamıştı çevremde. Yorgunluktan deli gibi bir şey olmuştum. Bu savaşın içinde annenin yüreğini göremiyordum. Ona fırsat veremiyordum. Hayvanca bencil, yorgun ve gururlu bir erkek rolündeydim. Evet, annenin öç almak isteyen dişi haline gelmesine ben sebep olmuştum.

Şimdi onu suçlayayım mı? Yok çocuğum! Anneni beni mahkemeye verdiği için, seni bana pencereden bile olsun göstermediği için suçlayanlara karşıyım. Onu benim kadar kimse anlayamaz. Mahkeme haberlerinde çıkan resimlerindeki şaşkın, biraz öç almışlığın rahat tebessümündeki acıyı yine ancak ben çözebilirim.

Çocuğum bunlar bizim yazımız, kaderimiz. Ama annen bir elini uzatsa kurtulacaktım. Evet yavrum acı çekiyordum ve yalnızdım. Annenin bende güç bildiği, kıskandığı her şey, şöhretim ve param beni bu dünyada yalnız bırakmıştı. Çünkü suçlarımda, zaaflarımda samimi idim. Suçluydum, ama sahte değil, içten pazarlıklı değil, cimri değil. Annenle aramızda büyük bir ayrılık da Türk sinemasını asla önemsememesinden ileri geliyordu. Ona göre yaptığım bütün iş basit, aşağılayıcı bir şeydi. Teyzelerin de aynı şeyi düşünüyorlardı. Bu konuda her an beni üzmekten zevk alıyorlardı.

Yavrum, bir erkeğin işi hayatının en mühim kısmıdır. Gün gelecek sen de anlayacaksın bunu. Görüyorsun yavrum, anneni kazanmak işimi, işimi kazanmak anneni kaybettiriyordu bana. Yapayalnızdım, yine de anneni delice seviyor ve dayanıyordum. Annen dışarıda görev almak istiyordu. Kırklareli'ne tayini çıktı. «Kendime güvenim gelir, oyalanırım» diyordu. Doğru söylemediğini biliyordum, gitmek istemiyordu ama, «Gitmem gerek» diye dayatıyordu.

Sonra gönderdim ve gitti. Neden gittiğini, neden gitmek istediğini kesin olarak bilmiyordum. Neden razı olduğumu da... Ama o günler ölümüme bile razı olacak kadar bezgindim. Tükenmiştim. Yokluğunun acısını iki gün sonra duydum, ama artık çok geçti. «Bana dön» diye yalvarmam lazımdı, ama yapamadım bunu. Elimin kolumun neden zincirlendiğini, utanç ve azap içinde ona yazdığım güzel mektupları neden yırttığımı, Kırklareli'ne gidemeyip belki bin kere yoldan neden geri döndüğümü yalnız annen ve teyzen biliyor. Ve ileride sen de bileceksin. Ve anneni asla affetmeyeceksin.

Anneni oraya göndermekle bir erkek, bir koca olarak sorumsuz, hatta suçlu davranmıştım. Bu suç güzel hatıralar, ölüm, aşk ve şeref için oldu. Çünkü annenin yaptığını yapmaktansa ölmek daha iyiydi. Buraya kadar ben suçluyum. Bunu kabul etmiş, tam bir yıl annene ve asla affetmeyeceğim teyzene taviz vermiştim. Onların bana için için gülmesini bilerek karşılarında gözyaşları dökmüş, ağlama yiğitliğini göstermiştim.

Yine de suçlu benim. Bir kadının suçlarını ve faziletlerini kocası yaratır. Annen aşkımızın eserlerini yıkmayı, benimle savaşıp beni rezil etmeyi artık görev bilmişti. Bense hala birleşmemizi ve kötü bahtımıza karşı beraberce karşı koymamızı teklif ediyordum. Çünkü annenin nasıl büyük aşk, bağışlama, verme, toprak kadar sabır, tevekkül ve inanç olduğunu yalnız ben biliyorum. Sanki o benimle doğdu, benimle ölecek.

Ah çocuğum! Annenin benim yanımdan başka bir yerde mutlu olabileceğini bilsem... Buna inanabilsem... Filiz'im. Bugüne kadar sevgime bağlı kalmak için her şeye katlandım. Bir yerde artık annene de karşı çıkmak zorundayım. Bunca haksızlığa layık olmadığımı ispat etmek istiyorum.

Nedir bu iğrençlikler, sessizce sevmek ve bağışlamak varken. Ben suçlarımı ve onun suçlannı bilerek geleceğe güvenle, erkekçe, dostça, arkadaşça, insanca, yiğitçe bakarak yalnız onu seviyorum. Yalnız onun yarattığı ve yapayalnız bırakmak istediği sevgiyi kurtarmaya çalışıyorum. O ise sevgiye bağlı kalmayı küçük gördü ve şimdi benden daha yalnız. Artık ona «Allahaısmarladık» diyebilirim. Baban Cüneyt Arkın (6 Nisan 1968)

Cüneyt Arkın'ın bilinmeyen kızı konuştu!..

Cüneyt Arkın’ın ilk eşi Güler Mocan’dan olan kızı Filiz Canlı, babası için “Bugüne kadar onun eksikliğini hissetmedim, bundan sonra da hissetmem” dedi.

CÜNEYT Arkın'ın ilk eşi Güler Mocan'la evliliğinden olan kızı Filiz Canlı, babası hakkında ilk kez konuştu. 1966 yılında doğan, Arkın ve Mocan boşandıktan sonra da babasıyla bir daha görüşmeyen Filiz Canlı, yıllar sonra 11 yaşındaki kızı Defne'nin “Dedemle tanışmak istiyorum” açıklamasıyla gündeme geldi. Canlı, Cüneyt Arkın'la kendisinin değil, kızı Defne'nin görüşmek istediğini söyledi:

Bugüne kadar onun eksikliğini hissetmedim, bundan sonra da hissedeceğimi düşünmüyorum. Bu tür haberlerle gündeme gelmek de istemiyorum. Benim böyle bir şeye ihtiyacım yok. Ama kızım dedesini görmek istiyor, buna bir şey söyleyemem. Dedesi görüşmek isterse de görüştürürüm.”

BENİM TEK DERDİM TORUNUM Cüneyt Arkın'dan 46 yıl önce boşanan Güler Mocan da eski eşinin torunuyla görüşmesini istediğini açıkladı: “Biz 46 yıl önce boşandık ve o benim hayatımdan çıktı. Yıllar sonra kızımla torunumun bu haberle gündeme gelmesini kesinlikle istemezdim. Benim tek isteğim, torunumun dedesiyle bir araya gelmesi ve onunla tanışması. Defne küçük bir çocuk, psikolojisinin olumsuz etkilenmesinden de korkuyorum. Umarım çok fazla etkilenmez. Dedesiyle bir araya gelmesini istiyorum. Olursa olur olmazsa da çok önemi yok.”

Genlerinde var Defne, dedesi Cüneyt Arkın gibi iyi bir binici. Güler Mocan, torunu için “Binicilikte çok başarılı. Çok sayıda madalyası var. Belki de genlerinde olan bir şey” diyor.

Bilgim yok Cüneyt Arkın'ın Betül Arkın'la evliliğinden olan oğlu Murat Arkın, Filiz Canlı hakkında yorum yapmaktan kaçındı. Arkın, “Konuyla ilgili bir bilgim yok, o yüzden yorum yapamayacağım. Babam şu an Londra'da, bu konuyla ilgili konuşmak ister mi bilmiyorum” dedi.

Cüneyt Arkın'ın kendi kaleminden ailesi

Birinci oğlum Murat. Masmavi gülümseyerek dünyaya geldi. Malkoçoğlu’nun savaş narası haltetsin, öylesine sevinçle haykırdım ki, Konu komşu, telaşla ‘Hayrola bir şey mi oldu.’ diyerek koşuşturup geldiler. ‘Bir oğlum, oldu’ dedim. ‘Hayırlı olsun’ dediler. O sıra, Kara Murat’ı çekiyorduk. Yapımcı Türker İnanoğlu, ‘hayırlı olsun’ oğlunun adı ‘Kara Murat’ olsun dedi. Murat’ı sırtımda, kucağımda, bağrımda büyüttüm.

Bir yıl sonra sarı saçları, baştan aşağı çilli yüzüyle Kaan Polat geliverdi. Murat, bir gözüm, Kaan Polat, diğer gözüm oldu. Anneleri Betül’ün her iki hamileliği de uçsuz bucaksız ana merhametiydi. Sanki, karnında çocuklarını değil, dünyanın bereketini, kadınlığın sonsuz şefkat, sevgi, vefa ve fedakarlığını taşıyor gibiydi.

Yüzü, tarifsiz güzel ve bahtiyardı. Yeryüzünün bütün güzellikleri masmavi gözlerinde gülümsüyordu. Sanki dünya gülümsüyordu. Şimdi Murat bağrımın bir yanında, Kaan diğer yanında bahçeleri dolaşıyorduk.

Ve herşeyi, bebeği Betül... Kocaman gözlerindeki ılık, hüzünlü mavilik içime aktı. Kendimi bir çocuk gibi hür hissettim. ‘Ben Dr. Fahrettin’ dedim. ‘Betül’ dedi. Sonra hiç konuşmadık. Kısa bir zaman sonra da evlendik. Betül cennetim oldu. Artık yalnız değildim.